irving penn.jpg

Monday, April 09, 2007

Rodos


(bu satirlari bir ada kirtasiyesinden aldigimiz "yunan" not defterime acele karaladigimda, simdi hatirliyorum nostaljiyle, Rodos'un huzunlu Akdeniz kiyisina oturmustuk ve bir gun cocugumuz olsun demistik, batan gunesin, sessiz dalgalarin amfitiyatrosunda...)


Mike, tipik bir Rodoslu. Adi Michail, ancak yabancilara kolaylik olsun diye, kendini Mike olarak tanitiyor. Yanik tenli, ufak tefek, gururlu bir adali. Beyaz gomleginin kollari sivali, bol keten pantlon giymis. Elleri cebinde. Duzgun bir Ingilizceyle, oturdugu yerden kalkmadan, kalacak yer arayip aramadigimizi soruyor. Tam da Kotmish’le nerede geceleyecegimizi konustugumuz anda. Mukemmel zamanlama.

“Nezih, liman manzarali bir odam var, tam sizlik, gorunce bayilacaksiniz.” Henuz, Rodos’ta her odanin liman manzarali oldugunu bilmiyoruz!

“Size ozel fiyat da cekerim.” diyor cok da israrci olmayan bir ses tonuyla. Bezgin bir hali var. Tanistigimiz ilk Yunan oldugu icin, ona guvenemeyecegimizi, hemen karar veremeyecegimizi biliyor. Kotmish, teklifini yabana atmiyor.

“Geceligi kaca verirsin?”

“Size on euro olur”

“Cok istiyorsun, in biraz”. Bir onceki gece, Marmaris’te bu fiyatin bes katini odedigimizi soylemiyoruz tabii. Turkluk damarimiz tutuyor.

“Tamam, dokuz olur. Bizde teklif var, israr yok. Dusunun tasinin.” Son anda aklina gelmis gibi, elini gomleginin on cebine atiyor.

“Alin bu da kart vizitim-pansiyonun adresi, telefon numarasi, hersey var. Olur da karar verirseniz bir alo demeniz yeterli.”

Icimden “Basit bir Rodoslu ama Ingilizcesi ne kadar iyi” diyorum. Mike’in kederli gozlerini uzerimde hissettigimde, mahcup oluyorum, nedense elim ayagim dolasiyor. Mike, tanistigim ilk Yunan. Sayisiz Amerikali, Fransiz, Ingilizle tanistigimda zerre kadar heyecanlanamayan ben, suvasu dokuk bir pencere pervzinda haylaz haylaz oturan bu celimsiz Yunan karsisinda heyecanlaniyorum. Ictenlikle el salliyorum.

“Hoscakal Mike,umarim gene gorusuruz.”

Yabanci turist kaynayan Socratous sokagindan kaleicinin arka sokaklarina dogru ilerliyoruz. Daha dogrusu, bir dalga kiran gibi, onumuzdeki insan dalgalarini yararak yolumuzu bulmaya calisiyoruz. Bir yandan surukledigim bavulla ve yavru gokdelen gibi sirtimdan yukselen sirt cantamla cebellesiyorum, bir yandan beni dort bir yandan kusatan hengameye, hali dukkanlarina, egzotik Hint yastiklarina, filozof biblolarina, el yapimi haclara, ucuncu kalite yagli boya tablolarina kapiliyorum. Alelacele firca darbeleriyle cizilmis bir tabloyu gozume kestiriyorum- Rodos’un rihtimini susleyen uc beyaz yel degirmeni. Ilgilendigimi fark eden satici kosarak yanima geliyor. Bu tablolari oldugu yerde, Rodos’ta, begendigimi soylemek istiyorum ama dilim tutuluyor – Washington DC’deki mobilyasiz apartmanima Rodos’un degirmenlerini asacak degilim ya? Dunyada tablo mu kalmadi?

“Cok pahali, alamam.”

Sana uygun bir fiyat yapariz. Sen yeter ki begen.”

“Hadi aldim diyelim, koca tabloyu nasil tasirim, yollarda mahvolurum. Yolum ne kadar uzun bilsen. Ta Amerika’dan geliyorum.”

Bu ulkeyi hic duymamis gibi bakiyor. Acaba telaffuzum mu yanlis? Derken, perspektiften bihaber bir boyaci-ressamin uc-bes renkle, kaba firca darbeleriyle (belki de bir duvar fircasiyla!) on bes dakikada cizdigi o korkunc tablo, kalin cercevesinin icinden cikariliyor, ozenle kucuk bir rulo haline getiriliyor, cantamin tepesine sikistiriliyor. Henuz kalacak yerim bile yok, bense mantigimi devre disi biraktim bile. Herkul gibi altinda iki buklum oldugum sirt cantamda, itinayla rulo haline getirilmis minyatur bir Rodos tasiyorum! Cebimden kirisik banknotlari cikarirken, kendime cikisiyorum: “Hayir deme sanatini ogrenmeliyim”! Kendi kendime soz veriyorum, bir sonraki qiosk’a girdigimde, sanatci ruhumu kendime saklayacagim. Birden, Kotmish’i kaybettigimi fark ediyorum. Etrafa bakinmama firsat kalmadan, tanidik bir ses duyuyorum. Gene, mukemmel zamanlama! Mike, bisikletiyle kalabaligi yarmaya calisiyor, bir yandan da, agir agir, yanibasinda yuruyen Fransiz turiste, olaganustu manzarali pansiyonunu methediyor. Rodos kucuk yer! Birden beni goruyor.

“Kocan nerde? Ona soyle, cok sey kaciriyor. Benimle gelirseniz size pansiyonuma kadar gotururum. Begenmezseniz cekip gidersiniz.” Kotmish’i arayacagima-nasilsa bulamaycagim- Mike’in pesine takiliyorum. Bir kac metre sonra, Kotmish, kan ter icinde bize yetisiyor-belki o da ucuncu kalite bir Rodos tablosuna kavustu. Iki yorgun jon Turk, cenesi dusuk bir orta yasli Fransiz ve bir bezgin Yunandan olusan grubumuz yola koyuluyor.

Mike’in pansiyonuna varir varmaz, heyecanla haykirmamak icin kendimi tutuyorum. Belki de haykiriyorum: “Rodos’u Rodos yapan yerlerden biri bu!” Benimki, yillardir gokdelenlerin golgesinde yasayan bir sehirlinin tepkisi.

Her yani kocaman kaktuslerle, kirmizi beyaz sardunyalarla orulu asmali bir avlu. Minyatur bir botanik bahcesi. Masanin altinda, yesil gozlu bir Rodos kedisi, uykulu gozlerle beni suzuyor-geldigime pek de sevinmemis bir hali var. Belki de siestasini boldum. Demek Rodos kartpostallarina konu olan o meshur kedi sensin.

“Pisipisi”

“…..”

“Pisipisi seni guzel pisi. Gel sana Istanbul simidi getirdim.”

“…..”

Mike’a pisipisi’nin yunancasini sorsam iyi olacak. Los avlunun icinde sakli minik pansiyonun hem saginda hem solunda iki dev ayna, hizalarinda duran iki dokuntu masayi yansitiyor. Dortkose, civisi cikmis, ahsap, eski pusku iki esya parcasi. Siline siline rengi atmis musamba ortulerle kapli. Hic bir ozellikleki yok. Varsin olsun, bu Akdeniz kosesini, Ikea’nin en luks mobilyalarina yeglerim. Tuketim toplumu denen olgu, neoliberal – radikal- kapitalizmin icimizde actigi boslugu doldurmak icin ciktiysa, Mike’in liman manzarali pansiyonu, bu hastaligin devasi – burada hic birsey yok, deniz, kedi ve huzurdan baska. Kuresellesme buraya da coktan sicramis, ancak adanin tamamini ele gecirememis. Sessizce, gokyuzunu seyrederek, ruhumuzu dinleyecegimiz yerler hala var. Tuhaf, aklima, siyaset bilimleri lisansustu egitimi gorurken, Environmental Public Policy (Cevre Kamu Yonetimi?) dersinde ogrendigim bir metafor takiliyor. Friedman’in unlu Lexus/zeytin agaci metaforu. Hatta, Ingilizce’nin azizligine ugrayarak birkac kere lexus ve cogulu lexuses’i agzinda geveleyen hocamiz, sonunda pes ederek “Yahu amma cetin cevizmis, lexus’un cogulu nedir cocuklar?” deyince, hinzirca: “Lexi, hocam!”diyorum. Hoca, etimolojik bulusumu begeniyor, araba literaturune boylece yeni bir sozcuk ekleniyor. Derste, profesorumuz, yok olan yerel kulturle, o kulturu tuketerek, koklerinden kopararak gelisen kuresellesmeyi simgeleyen ornekler bulmamizi istedi –lexus luksun, tuketim hayatinin, kuresel olanin, arzu edilenin, Amerikan ruyasinin metaforu. Zeytin agaci ise, koklerini yitirmeyenin, bozulmamis kulturun, yerel ve farkli olanin simgesi. Ayni metaforu, deniz diline, kumsalla bulusan dalga ya da dalgalarla suruklenen cakiltasi olarak cevirebiliriz. Ne de olsa kuresellesme, daha iyi bir hayat sloganiyla fabrika ciktisi mallarin, tekduzeligin, aynilasmanin dilinden konusuyor– oysa Rodos’un kiyilarina vuran her dalga dogal, kendine ozgu, saf. Uzaktan ayni gozukseler de, hic bir dalga, ondan oncekine ve sonrakine benzemiyor. Her dalga, sahile vurdugunda, kumun uzerinde kendi cizgisini ciziyor. Bir anlik. Goz kirpsak o ani kacirabiliriz, bir sonraki dalgaya kaliriz. Her dalga, denizin derinliklerinden surukledigi cakil taslari gibi, kendi oykusunu anlatiyor – sesi, kumsalda biraktigi kopuk izi, kiyiya carptiginda gordukleri, dinledikleri, denize goturdukleri farkli.

Tipki kumu kum yapan cakil taslari gibi. Kimi deniz gibi turquaz, kimi Rodos’un kiremitleri gibi kirmizi, kimi kirec beyaz, kimi mor, kimi yesil. Ufala ufala, buyuk bir kayadan kucuk bir cakiltasina, kucuk bir cakiltasindan da ufacik bir kum parcacigina donusseler bile, her biri kendi ozgunlugunu koruyor – rengi degismiyor. Belki de bu yuzden kumun rengini ifade etmekte gucluk cekeriz, kum rengi deyip cikariz isin icinden. Kum, icinde bin bir renkli cakil tasini barindiriyor. Ne ironik, kumsala vuran her minik dalga, sacimiza yapisan her minik kum tanesi, kendi ritmiyle, kendi dilinde, aynilasmaya meydan okuyor. Kumsalda dalgalara kulak veren rasyonel postmodern insan, neden bu kumsalin dilinden anlamiyor, neden deniz erkegine/kizina donusmuyor, neden balik adam/ kadin gibi dalgalarin icinde kaybolmuyor?...

Tuzlu ter damlalari, inci tanecikleri gibi, alnimdan yanaklarima, boynuma suzuluyor. Gunesin altinda, kendime zoraki bir eglence buluyorum: sokaktan gecen turistlerin hangi dilde konustugunu tahmin etmek. Acaba kum dilinden anlayan cikar mi? Mike’in kohne pansiyonunun onunde, Rodos’u kucaklayip “Zeytin agacim benim” demek isterdim. Ama biliyorum koylarinin masum golgesinde birer vahsi ‘lexus’ gizli: kuresellesmeyle yayilan bes yildizli tatil koyleri, luks oteller, betonlasmis sahil seritleri, aynilasmanin kacinilmaz yuzunu gosteriyor: istihdam- daha cok seye sahip olma-gelisme durtusu, beraberinde yapraklari dokulen bir kultur, ici bosalan bir yasam getiriyor. Bense, o sessiz gozlemciyim, henuz balik kadin degilim, ama denize atmak yerine kumsalda olume terk edilen deniz yildizlarinin farkindayim. Kuresellesmenin piyonuyum- bazen gonullu, cogu zaman gonulsuz. Kurallari ben koymuyorum diye kendimi teselli etsem de, Rodos’a gelis amacim turistik – bir filozofun dedigi gibi, en zor kararlar bile bizim secimimiz. Rodos benim secimim. Aksam olunca, kredi kartlariyla dolu cuzdanim dusuk belli XXI marka kotumun arka cebinde, Nokia cep telefonum elimde, Sony kameram boynumda, Rodos’un yerel, saf, bozulmamis kulturunu tuketmeye cikacagim. Zalim bir isgalci olsam, adaya zorla da olsa kendi degerlerimi, kulturumu getirecegim - oysa simdi? Uygar magarama, gokdelen manzarali apartmanima geri dondugumde adaya armaganim ne olacak, bu adada benden geriye ne kalacak? Cope atilan birkac fatura. Romeo restoraninda yedigim nefis Yunan yemeklerinin, ucak biletlerimin, manzarasina doyamadigim pansiyonun makbuzlari. Bir de kumsala cizdigim kocaman bir kalp. Kum dilinde konusma cabalarimin ozgun urunu. Icinde Yunanca Rodos yaziyor… Ama bir dalga, benden kalan butun izleri yok etmek istercesine, cizdigim kalbi sildi. Gozlerimi kapadigim bir anda. Poseidon herseyin farkinda.

Luks otelde kalmiyorum, tuvaleti banyosu ortak harap bir pansiyonda kaliyorum diye kendimi avutsam da ben de bu adaya basan binlerce “kultur orospusu”ndan biriyim. Ikilemin icindeyim:Geri donerken, lexus tarafim, yaninda kirk bes fotograf, denizati desenli bir album, on bes tane kartpostal, bronz bir ten goturecek. Ama icimdeki zeytin agci/dalga/cakiltasi, coktan kok salmis olacak. Sucluluk duygusuyla, son bir kez kumsala gelecegim, gecenin isiltisinda bir gel bir git diyen dalgalari dinleyecegim, sonra egilip denizden birkac cakil calacagim- bilmemne marka cantamin ic cebini, Rodos’un kumuyla, cakillariyla dolduracagim. Veda etmek zor olacak, ancak programlanmis bir robot Sinderella gibi (yoksa bir Stepford wife gibi mi?), saat on ikiyi caldiginda, eski kabagima, Amerika’ya - gormek istemedigim o ruyaya - geri donecegim.

“Love and Peace”. Tahta kapinin ustunde, misafirleri selamlayan tabelada, tebesirle yazilmis iki sozcuk: ask ve baris. Hemen yanibasinda, buyukce bir tabela daha asili: “Mike’in ve Annesinin Pansiyonu. Guzel adamiza hos geldiniz. Geri donerken, dostunuz Rodos’lu Yunan Mike’i hairlayin.” Bu pansiyonun catikatinda iki hafta kalsam, heyheylerim, cinlerim, seytanlarim alis veris merkezlerini ozleyecek, Starbucks’da buyuk boy karamelli frappucino icmeyi ozleyecek, alti seritli otobanlarda son hiz gaza basmayi, geceleri barlarda “sex on the beach” icmeyi ozleyecek, sonunda dayanamayip kosarak Washington DC’ye donecek – ben burada kalacagim – tenim adayla birlikte yanacak, kalbimin kentlesmis ritmi dalgalarin ritmine ayak uydurucak.

Kotmish, teras katindan bana sesleniyor: “Burayi seveceksin. Kohne ama manzara harika! Gel bak istersen.” Tam o esnada, bizimle birlikte gelen Fransiz turist, homurdanarak cikiyor. Cantalari ic tarafa surukluyorum – yerel kapkac kulturunde yetisen birinin guvensizligi. Bu esnada kabarik kuyruklu Rodos kedisi iki dev nesneyle bogusan bu kisa sacli, sehirli kadini suzmeye devam ediyor. Bu sicakta hangi deli kot pantlon giyer dedigini duyar gibiyim. Once derin bir nefes aliyorum, sonra “Toilets” tabelasini takip ederek, koyu sari binanin ic tarafina ilerliyorum. Tanidik bir cift kedi goz, beni sessizce takip ediyor. Yalniz, manzarali terasa cikmak, gorundugu kadar kolay degil. Ana binaya sonradan eklenen minik bolmeler, pansiyonu spiral merdivenli bir labirente donusturmus. Mike’in pansiyonu, sanki Emir Kusturitsa’nin Ak Kedi Kara Kedi filminden firlamis. Fasulyeyi tirmanarak gokyuzune cikmaya calisan parmak cocuk gibi, ben de kendime bir “fasulye” begenmeye calisiyorum. Hangi merdiveni secsem dogru terasa cikacagim? Koridorun karanliginda, onume cikan ilk merdivende karar kiliyorum. Bir basamam iki basamak, uc basamak… Ahsap doseme gicirdiyor. Burnuma kesif bir kuf kokusu geliyor. Gozlerim karanliga alisinca, daracik merdiven boslugunda yalniz olmadigimi goruyorum: carmiha gerilmis Isa, izdirap dolu gozlerle, beni selamliyor. Iki merdiven daha cikinca: dekoratif bir hac. Uc merdiven daha cikinca, solmus birkac resim: su celimsiz, biyikli genc adam Mike olmali, yaslica olanlar de anne babasi. Karisi, cocuklari yok mu? Kac yillik acaba bu resimler? En az otuz yil vardir, belki kirk. Mervidenler bitince ufak bir surprizle karsilasiyorum- burasi, ancak bes alti kedinin sigacagi buyuklukte minik bir teras/oda:icinde dort sandalye ve bir masadan baska hic birsey yok! Fasulyemin (!) beni yanlis yere cikardigini fark ederek, hemen geri donecek oluyorum ki, Mike asagidan haykiriyor: “Yanlis merdiveni sectin, asagi in, ben seni odana goturecegim!” Hemen iniyorum. Nefes nefese, Mike’i takip ediyorum. Mike, artik bezgin gorunmuyor, daha cok kizgin.

“Anlamiyorum, bu turistleri hic anlamiyorum.” Ellerini havaya kaldiriyor, caresiz gorunuyor.

“Daha ne verebilirim, zaten iki kurus para veriyorlar, onlara dunyanin en guzel manzarasini sunuyorum, bundan iyisini butun Rodos’ta, ne Rodos’u, dunyada bulamazlar, daha ne istiyorlar? Pazarlik yapiyorlar, burun kiviriyorlar!”

Telasla:“Mike, pansiyon cok guzel. Ben bayildim!” diyorum. Mike, beni duymuyor. Duysa da, duymazliktan geliyor. Umurunda degilim. Sonunda, teras katindayiz. Altin Rodos, ayaklarimin altinda.

Mike, gurluyor:“Onlara soyledim, sana da soyluyorum, su manzara dunyanin en guzel manzarasi.” Kafa salliyorum, ama ona katilmama firsat kalmiyor.

“Yok bu manzaradan guzelini bulabilirim dersen, seninle iddialasirim, bundan guzelini bulamazsin, derim.” Kendi kendine konusan bir deli mi, yoksa bir filozof mu? Ikisi arasinda fark var mi? Umutsuzlugundan, karamsarligindan, yorgun bakislarindan, vaktinde bir entellektuel olabilecegini dusunuyorum. Belki de dunyanin gidisati, Rodos’u turistlere pazarlamak, gecim sikintisi, onu bu hale getirdi. Birkac tahtasi eksik, eksi yuzlu bir ihtiyar. Ya da belki de dogustan deliydi. Kestirmek guc. Gonlunu hos tutacak diplomatik bir cevap ariyorum. Mike:

“Yanlis anlama, sitemim sana degil. Senden once gelenlere, bazen boyle tepem atiyor iste. Sana denk geldi. Bulmuslar mis gibi pansiyonu, hala burun kiviriyorlar. Ama siz rahat olun, begenirseniz kalin, begenmezseniz, caniniz sag olsun. Oyle ya, bazilari evet der, bazilari da hayir. Benim isim gonlunuzu hos tutmak.”

Kotmish’e manali bir bakis firlatiyorum. Bu monolog aksama kadar surebilir. Mike’i sevdim. Deli haliyle. Odamiz minik, sirin. Tertemiz beyaz nevresimler buyuk bir itinayla serilmis, duvarlar milattan once kalma hatiralik esyalar, posterler, haclar, mumlar, carmihlarla suslu. Bir zamanlar, burasi gencecik bir evmis, simdi ise yabancilara kendini sevdirmeye calisan yasli bir pansiyon.

“Mike, odamiz harika! Manzaraya bayildim! Burada kalacagiz.” Odaya bakmiyorum bile, Hayata kusmus bu Rodos’lunun yuzunu guldurmek istiyorum. Kotmish’le asagi iniyoruz, dilsiz kedinin yanina.

“Ben begendim, kalalim.”

Kotmish:

“Onunla pazarlik edecegim, birkac gece kalacagimiz icin, uygun bir fiyat isteyecegim. Kabul etmezse, baska bir yer bakariz.” Eyvah!

“Ama bence cok ucuz zaten, daha ne kadar indirebilir ki, ben kalalim diyorum.Hatta ben bavullari tasiyorum, sen de git yuzunu yika, nefes al. Uzun bir gundu.” Sinirli gulumsemem beni ele veriyor: Amacim, dusmanla yuzlesmeyi onlemek. Kotmish usteliyor:

“Gormuyor musun, adam delinin teki. Ileri geri konusuyor Bana neler anlatti bilsen. Ustelik, su yandaki gece klubunu gordun mu, geceleri amma gurultulu olur burasi, beni endiselendiriyor. O yasli Fransiz da o yuzden cekip gitti. Yorgun argin odamiza dondugumuzde, bir de uyuyamamak var”. Kotmish’le tartismak, Mike’la tartismaktan farksiz. Ic geciriyorum.

“Tamam, sen git Mike’la pazarlik yap. Madem gurultuden bu kadar endiselisin. Ben her yerde uyuyabilirim.” Yenilginin dili. Kotmish teras kata cikiyor. Icimden, ona sans diliyorum. Bes dakika, on dakika, on bes dakika geciyor. Pansiyona giren, pansiyondan cikan yok. Yoldan iki Ingiliz turist, elinde haritasiyla adayi desifre etmeye calisan dalgali sacli esmer bir kiz, uc Alman, bir de sisman Amerikali geciyor. Sonunda Kotmish balkondan sesleniyor: “Mike ortadan kayboldu. Onu bekliyorum.” Biraz sonra, nefes nefese, yanimda bitiyor:

“Mike yok. Her yere baktim, onu bulamadim. Biraz daha bekleyelim, sonra gidelim baska bir yer bakalim kendimize. Dedim sana, adamda bir tuhaflik var.” Ikimiz de avazimiz ciktigi kadar bagiriyoruz

“Mike!”

Ses yok.

“Mike!”

Ses yok. Dilsiz kedi, tembel tembel esniyor. Biktim sizden der gibi, buyuk bir amforanin icinde kok salan cingene pembesi sardunyalarin arasina, oradan da terasa zipliyor. Oglen sicaginda, Mike’in Pansiyonu, terkedilmis bir gemi gibi, bizi yanitsiz birakiyor.

Monday, April 02, 2007


Our Little Miss Sunshine. She now learned her second word, abbu, after her first one, ahguu, and she is a happy baby. She developed an early interest in Vogue magazine, a critical one, I might add, as I found her tearing and devouring the fashion pages with great appetite! Ahgu for now.


© 2005 Leman Canturk. All rights reserved.
This weblog is sponsored by Jacoozi - New Generation E-Solutions for >> Thinking Companies.